Platonun mağara alegorisi
Mağara alegorisi 
İnsanoğlunun ilk yerleşim yerlerinden biri mağaralardır. Mağara en genel manada insanın koruyan, sığınabileceği ve insanı dış etkilerden koruyan yerdir. Platonun mağarası, yedi uyurlar mağara denince ilk aklıma gelenler arasında. Bizim kültürümüzde de mağara önemlidir. Efsanevi olaylar, hazineler, cinler, şeytanlar ve birçok olağanüstü olayla anlatılır mağaralar.
Platonun mağara alegorisinde mağara insanlar için her şeydi. Tüm dünyanın o mağara olduğunu düşünüyorlardı. “Kuyu dibinde karıncalar sanırlar dünya kuyu ağzı kadar”. Ne kadar manidar bir söz. Bizler de böyle değil miyiz? Tek gerçeğin ve tek doğrunun kendi doğrularımız olduğunu düşünüyoruz. Diğer insanların ne düşündüklerinin pek bir önemi kalmadı. Dedelerimiz empatiyi bilmezdi belki. Lakin yardım etmeyi, karşındakini düşünmeyi ve dostunun derdiyle dertlenmeyi iyi bilirlerdi. Ne zaman bu kadar kendi mağaramıza hapsolduk. Ya da bizi toplum mu kendi mağaramızda yaşamaya mahkûm etti. Benim hayatım, benim düşüncem, benim zevkim, benim ailem, ben ben ben… Hâlbuki biz “Komşusu açken tok olan bizden değildir”, Birbinizi sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olamazsınız” diyen bir dinin mensubu değil miyiz?

Eskiden mahallelerimiz vardı. Bizi biz yapan her şeydi. Hangi mahalleden olduğun senin nasıl biri olduğunu bile belirlerdi. Mahalle insanı korur kollardı. İslam’ın vücut bulmuş haliydi. İnsanlar mahalle kültüründen rahatsız olmaz aksine bur da yaşamaktan onur duyarlardı. Mahalle baskısı diye de bir şey yoktu. Mahalle kuralları ve mahalle adabı vardı. Günümüzde mahalle baskısı diye bir kavram var. Peki, nerden çıktı bu mahalle baskısı? Günümüzde toplum mahalle adabını aldı ve insanları kısıtlayan bir forma yani mahalle baskısına çevirdi. Bu o kadar hızlı oldu ki öyle uzun yıllar almadı. Baktığımız zaman tüm bunlar belki de on yıl içerisinde olup bitiverdi. Toplumsal baskı bizi bireysel davranmaya ve sadece kendimizin önemli olduğu duygusunu empoze etti. Bizlerde buna inandık ve biz olmaktan ben olmaya evrildik. Küçük mağaralarımızda küçük hesaplar ve kendimizle baş başa kaldık.

Bizi içine hapseden belki de en küçük mağaramızdan bahsetmezsem kendimi rahat hissetmezdim. Neyden bahsediyorum sizce? Tabi ki akıllı telefonlardan. Bizi akılsız eden akıllı telefonlardan. Hz. Yusuf’u kardeşleri kuyuya hapsetmişti ya bizi kim bu akıllı oyuncaklara hapsetti? Her anımızda yanımızda ve onsuz bir şey yapamaz hale geldik ya da getirildik. Üzüntülerimiz, sevinçlerimizi bile onun içinde yaşar olduk. Nasıl yaşayacağımızı ya da ne yapacağımızı belirler oldu. Sevinçlerimiz emojilerden ibaret bize gülmeyi unutturdu. Yanımızdaki insanı göremez olduk. Biri kaza geçirdiği zaman hemen yanına koşardık. Şimdi ise kazayı ya fotoğraflıyoruz ya da videoya çekiyoruz. Ne acı bir durum dimi? Yardım etmek haberlere konu olur hale geldi. Bazen yaşlı bir kadını kırmızı ışıktan geçirmek haber olabilmekte. Aslında bu en düşük düzeyde insanlık. Nereden nereye geldik ve kim bilir nereye gideceğiz. İyiye gitmediğimiz aşikâr lakin umudu da elden bırakmak olmaz. Kendimizi hapsettiğimiz ya da toplumun bizi hapsettiği küçük mağaralarımızdan çıkıp öze dönmek gerek. Çünkü öz iyidir ve iyiler her zaman olacaktır.

2 Yorumlar

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski