tebessum hikaye
tebessüm hikaye

Ağlıyorum. Sinirden, şaşkınlıktan, sevinçten ve daha bir çok duygudan tir tir titreyerek ağlıyorum. Bir çeşit duygu boşalması benimki, sinir patlaması. Hem ağlıyor hem de anlıyorum! Bundan yaklaşık beş ay önceydi. Komşumuzun kızı ağzında sakızı, son derece gevşek bir tavırla gelmişti kapımıza. Annem açmıştı kapıyı, bana seslenmişti sonra. Komşunun kızı yakında evleneceğini, kocasının çalışmasını istemediğini anlatıyor bir yandan da ağzındaki sakızı balon yapmaktan geri durmuyordu. Eşikte beni görünce uzunca bir süzmüş, yalandan bir sarılmıştı.


- Ay şekerim şimdi annene anlatıyordum. Yanında çalıştığım kadının oğlu Almanya'da yaşıyor. Yılda bir kere ya gelir ya gelmez. Hayırsızın teki yani. Gerçi kadın da bir tuhaf, yaşlı bir bunak. Ben yanından ayrılınca yeni birine bakar olmuş, ben de seni düşündüm. Sabahları ona arkadaşlık edeceksin, yatmaya evine geleceksin. Çalışır mısın?

Bazı sorular vardır. Cevapları bellidir. Ama yine de sorarsın. Emin olmak için sorarsın, karşındakini uyuz etmek için sorarsın, laf olsun diye sorarsın. Serpilin ki de o hesaptı işte. Çalışacağımı bal gibi biliyordu, bu işe ne denli ihtiyacım olduğunu da.. Ama yine de biraz gurur yapmanın kimseye zararı yoktu. 'Biraz düşüneyim de.” demiştim. "Ben sana haber veririm.
Haberin ikinci günü işi kabul ettim. Aynı hafta başladım işe. Serpil'den aldığım yedek anahtar sayesinde biraz da çekinerek namı değer huysuz bunağın evine ilk adımımı attım. Adımımı atmamla yeni patronumla göz göze gelmem bir oldu. Meğer sandalyesini hole çekmiş, orada durup beni bekliyormuş.
Neredesin sen? Saat kaça geliyor bak, geciktin! İlacım var benim. Daha kahvaltı etmedim.
Kusura bakmayın, evi bulmakta zorlandım da.
Ben anlamam. Dokuz dedin mi kahvaltı faslı biter bu evde. Tam bir saat geciktin. Serpil denen cadaloz anlatmadı mı sana?
Hayatımda ilk defa Serpil'e hak vermiştim. Bu kadın ram bir kâbustu.
Merak etmeyin, ben kahvaltıyı hemen hazırlarım efendim.
Yaşlı kadının kahvaltısını çabucak hazırladım. Ardından kahvesi istedi, pişirip götürdüm. Salonun camı yerden tavana kadardı. Tüm sokağı görebiliyordum, Kahvesini o canlı bölümde içmek âdetiymiş meğer.
Sonrasında yürüyüşe çıktık yeni patronumla. Dizlerinin ağrımaması için gerekliymiş. İki sokak indik, sonra o iki sokağı geri çıktık, Evin köşesinde kızıyla dilenen bir anneye sadaka verdik. Önündeki kartonda "Eğitimi için yazıyordu. Böylesine huysuz bir kadının eli nasıl oldu da sadaka vermeye gitti şaşırmıştım doğrusu.
Eve geldiğimizde yine aynı camın kenarına kuruldu. Akşama kadar sokağı izledi. Günlerimiz bir iki değişiklik dışında hep aynı geçiyordu. Ben her gün aynı saatte onun evine geliyor, kahvaltısını veriyordum ve birlikte yürüyüşe çıkıyorduk. Bazen gün ortasında aklına estikçe kalkıyor ve masanın başına oturup ona kağıt ve kalem getirmemi söylüyordu. Uzun uzun bir şeyler yazıyordu. Bazen de mutfakta yemek yaparken yanıma geliyor yaptığım her işe bir kusur buluyordu. Sebzeleri iyi yıkamıyormuşum, elim ne kadar da yavaşmış ve yemek ne zaman hazır olacakmış, mış, mış..
Değişik âdetleri de vardı bu kadının. Mesela her üç günde bir kapıcıya ciğer siparişi veriyor, bana pişirttiriyordu. Sonra ne mi yapıyordu? Hepsini mahallenin yavru kedilerine sunuyordu. Bazı zamanlar onun aslında göründüğü kadar sert olmadığını düşünüyordum. Fakat sora öyle bir hareket yapıyor, öyle bir söz söylüyordu ki hemen bu fikrimden vazgeçiyordum. Ne zamandır yanındaydım, insan bir güler yüz göstermez miydi? Mesela yine bir gün yürüyüşe çıkmıştık. Yanından geçtiğimiz eski bir apartmanın borusundan su sızıyordu. Durdu, etrafına bakındı. Sonra bastonuyla ana köşedeki büyük saksıyı gösterdi.


Onu alıp akan suyun altına koymamı istedi. Yaptım. Elim, kolum çamur olmuştu, bunu gördüğü halde bir teşekkür bile etmemişti. O sırada o eski apartmanın hiç tanımadığı yöneticisine boruları yaptırmadığı ve suyu ziyan ettiği için kızmakla meşguldü.
Bazı zamanlar oğluna mektup yazardı. Kaçıncı yüzyıldaydık ama o Almanya'daki oğluyla bile neredeyse hiç telefonlaşmıyor fakat ona sürekli mektup yolluyordu. Dediğine göre telefon icat edildiğinde beri insanlar birbirlerini eskisi kadar özlemiyor, özlemeyince de sevgilerinde bir azalma oluyormuş. Ama öyle miymiş eskiden? İnsanlar postacının yolunu camlarda, kapılarda beklerlermiş. O zamanki dostluk da gerçekmiş özlem de.
Zamanla pek çok şey rutinleşmişti bu evde. Kahvaltıyı hazırlarken, hanımın bir ihtiyacım görürken, günlük gazeteleri kapıdan alırken ve daha pek çok işi düşünerek yapmıyordum. Sanki beni reflekslerim yönetiyordu. Mesela her gün saat 12.00'da yürüyüşe çıkardık ve ben bir süre sonra saate bile bakmaz olmuştum bütün bu işler için. Tabii bir saatle hareket ediyordum. Bu rutin içinde her şey sıradan ve bu yaşlı çok sıkıcı geliyordu. Sokağa çıktığında bile yaptığı şeyler, gittiği yerler hep aynıydı. Hep o aynı iki sokağı iniyor, hep o aynı kadına sadaka veriyor, kedilere hep aynı yemeği hazırlatıyor ve hâlâ tamir edilmeyen su borusu için söyleniyordu. Sıkılmıştım. Gençtim ve daha heyecanlı işler yapabilirdim. Zaten biriktirdiğim parayla durumumuz biraz düzelmişti. Yeni bir iş, daha severek yapabileceğim bir iş bulabilirdim. Karar vermiştim. Cuma günü ayrılmak istediğimi söyleyecektim. Evine gittim. Kapıyı açtım. Her zamanki köşesinde, camın kenarında uyuyordu. Parmak uçlarımla mutfağa gittim. Biraz gecikmiştim, azar işitmeye niyetim yoktu. Kahvaltısı hazır olana kadar uyandırmasam da olurdu. Fakat mutfağa girerken orta sehpada bir mektup gördüm. Belli, oğluna yollayacağı mektuplardan biriydi. Aslında hiç adetim değildir başkalarının özel hayatına burnumu sokmak ama bu defa ne yazdığını çok merak ettim. Nasıl olsa bir süre uyanmazdı, uykusu oldukça ağırdı. Kendime engel olamayıp zarfı elime aldım. Henüz kapanmamış mektubu açıp okudum.

İlk üç satırda bir annenin oğluna yazabileceği en güzel cümleler vardı. Öylesine huysuz bir kadının kaleminden nasıl böyle güzel cümleler dökülebiliyordu? Bunca duyguyu içinde barındırıyor da nasıl olup zerresini dışarıya taşırmıyordu. Mektup değil de sanki başka bir şeydi bu. Roman gibi, huzur gibi, büyü gibi bir şeydi. İşin ilginci sonlara doğru benden de bahsetmişti. Üstelik de şu cümlelerle: " Eminc naif bir kız, gencecik ve belli ki hayatın yükü omuzlarında. Gayretli bir kız ama ben huysuz davranmaktan geri durmuyorum. Bağlandığı, sevdiği ne varsa insanın elinden bir bir gidiyor. Ben yaşlı bir kadınım, yakında o malum sona ulaşacağım. Beni sevip bana bağlansın istemiyorum. Sonra gittiğimde çok üzülür. Altın gibi bir kalbi var, bari o kalp kırılmasın."

Oldukça şaşırdım, üzüldüm, sevindim.. Karmakarışık duygularım.
Ne demek malum son? Ölüyor muydu? Neden? Bir hastalığı mı vardı? Ben niye bilmiyordum? Altın gibi bir kalbim mi vardı gerçekten? Yoktu! Neler düşünmüştüm onun hakkında oysa o. Bu duygularla, yeni bir gözle bakmak istiyordum aslında hiç tanımadığım bu kadının yüzüne. Yanına gittim, uyuyordu. Dudağında belli belirsiz bir tebessüm. Usulca seslendim, ilaç saati gelmişti, uyanmadı. Dokundum bu defa hafifçe sarstım, yine de uyanmadı!
Öylece kalakaldım. Beklediği o malum sona ulaşmış mıydı! Hem de gülerek. Kaç aydır buradaydım ilk defa onu tebessüm ederken görüyordum. Neye gülmüştü ki? Yaşlı kadın öylece cam kenarında uzanmışken, gözüm sokağın başında oturan kadına takıldı. Her gün kızının eğitimi için sadaka verdiği kadının yanında şimdi okul önlüklü bir kız annesine heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Sokaktaki yavru kediler iyice büyümüş, kendi başlarının çaresine bakar olmuşlardı. Delik boru hâlâ su sızdırıyordu ama saksıdaki çiçek çoktan filizlenmeye başlamıştı.

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski