İki katlı bir evimiz vardı, hatırlıyorum. Horozları, tavukları, eşeği ve atı ile kocaman bahçeli bir evde yaşardık. Derenin hemen kenarında yapıldığından biz komşu çocukları ile akşama kadar dışarılarda ayak topu oynardık, hele yaz oldu mu dere bize serilirdi sanki…

Annem başına yazmasını örter, kimi zaman oyunlarımıza katılır, kimi zaman yaptığı katmerlerden getirirdi bize. Tam bir şefkat abidesi olurdu. Çok kibardı, kimsenin kalbini kırmaz, bir laf edecek mi iki kez düşünürdü. Annem ile dost kadar yakınım. Ne yalanım olur ona karşı, ne de yanlışım. O benim bu dünyadaki yegâne mutluluğum. Babam ise askerdi. Osmanlı topraklarının elimizden kayıp gittiği zamanlarda savaşlardan gazi olarak çıkmış, vatanını kanının son damlasına kadar savunmuştu. Cumhuriyetçilere karşı olarak Osmanlı'yı yeniden canlandırmaya kendini adamıştı. Hem okumamızı hem de Allah'a karşı iyi bir kul olmamızı isterdi. Hatta birçok farklı düşünceye karşın babam, annemi de mektebe göndermiş; onun da bilgili bir Müslüman kadını olmasını istemişti. Kimliğimizi kaybetmemek, din merkezli yaşamından vazgeçmemek için elinden geleni yaptı. Ancak bir gün evimizi basmaya gelen Hıristiyan bir topluluk meşaleleri evimize atıp, babamı orada şehit edene kadar babamı ne kadar sevdiğimi anlayamadım. Ona verdiğim değeri, annemin gözlerindeki mutluluğu ve bunların ne kadar önemli olduğunu kavradım. Bundan sonra ben ne yapmalıydım peki? Hoşgörü sayesinde birçok milletten ve dinden insanı bir arada tutan Osmanlı gitmekte yerine batının fikir ve gelenek sömürgesini rehber alan bir düşünce gelmekte idi. Kışkırtılan Hıristiyan halkı artık bizi buralarda istememeye başlayıp baskınlar düzenleyince, halk, tarihte kaybolup gidecek ve belki de adı anılmayacak bir "göç” başlattı. Komşu Feride teyze ve kocasının da yanlarına aldıkları eşyalar ile farklı bir şehre yerleşmemiz bizi ayaklandırdı.

Annem bir gün beni yanına çağırdı. Gözlerinden anlaşılan tedirginlik hareketlerine de yansımaya başlamış bu hali beni korkutmuştu. Kısa süren bir sessizlikten sonra döşeğin karşısına oturup bana döndü:
"Emine, senden bir şey istesem bunu benim için yapar mısın?"
Şaşırmıştım. Merakla sorunun devamını beklerken büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Başıma dank diye bir ağrı vurdu:
"Seninle gidelim buralardan. Kendimize Bursa'da yeni bir hayat kuralım. Biliyorum, Manastır'dan, arkadaşlarından, evinden ve en önemlisi babanın mezarından ayrılmak istemiyorsun ama buna mecburuz. Eşkıyalar yeniden gelip bu sefer seni benden alabilir. Ben bunu düşünerek yaşamak istemiyorum.

Yutkunarak söylediği kelimeler onu zorlamış, anladığım kadarı ile boğazına bir düğüm bağlanmıştı. Biliyordum ki annem benden çok daha fazla bu şehre ve hatıralarına bağlı idi eğer mecbur olmasa bir adım dahi atmazdı gurbete. O gün çok düşündüm. Daha on bir yaşımdaydım. Ve burayı seviyordum. Bahçemizde yetiştirdiğimiz meyveyi, sebzeyi, beslediğimiz horozları, tavukları, deredeki oyunlarımızı seviyordum.

Birkaç ay önce tetem (teyzeye tete derdik) biz bize gelmiş harika bir ziyafet çekmişti. Baklavası, mantısı, böreği, keki bir masada toplanmış en güzelinden bir akşam yemeği yenmişti. O gün annem ve teremin yaptığı tatlılar ailemizi bir araya toplamıştı. Babamın yanımızda olduğu, tetenin, kızanların -teyze çocukları-, eniştenin ve kızçelerin hepsinin yanımızda olduğu o gün, benim ailemi bir arada gördüğüm son gün olmuştu.

Babamın yanına gitmiş ona yaptığım mantıyı göstermiştim. Ne diye dikkatli bakmıyorsun diye o
küçük boyumla söylenmiştim. O gün bilsem babamın çektiği vatan yükünü üzülür müydüm
böyle, onun sık sık gitmesine söylenir miydim? Benimki o zamanlar sekiz yaşındaki bir
çocuğun yastığının altında sakladığı babasının fotoğrafı kadar masum bir hikâyeydi.
Makedonya'daki değil, tüm Osmanlı topraklarındaki "unutulmaya mahkûm şehirler" benim
gibi yetim çocuklar, erkenden yaşlanan, solan kadınlar ve kaybolan hatıralarla doluydu O
günün sabahında anneme cevap vermek zorundaydım. Gitmek ve kalmak arasındaki o ince
çizgiye hapsedilmiştik. Kalmak ölüme yürümek demekti veya acı çekmeye, gitmek ise
geride tüm akrabalarını ve mallarını bırakmak, başını eğmek demekti. Ama tüm bunlara
karşın bazen gitmek; cesaret ve güçlü bir dönüş demekti. Anneme dedim ki "Gidelim ama
bir gün geri dönelim!"

Annem, en az benim kadar inanıyordu buraların özgür kalacağına, en azından şimdilik
çıkabilecek tehlikelere karşı koymamız gerektiğini de en az bunun kadar iyi biliyordu. O gün
akşama kalmadan eşyalarımızı hazırlamaya başladık. Evden pek bir şey götüremezdik, bizi
bekleyen uzun bir yol vardı ve bu yol henüz sonu görülmeyen bir yolculuk olacaktı. O
nedenle bir iki parça kıyafet, yiyecek aldım, annem ise bazı önemli eşyaları çuvala koydu.
Ben son olarak ceplerimden birine babamın resmini sığıştırdıktan sonra istasyona, Manastır
trenine doğru yol aldık. Bizi uğurlamaya gelenler tete ve kızanları idi. Onların neden
gitmediklerini merak etsem bile bunu sormaya zaman kalmamıştı. Belki enişte başlarında
olduğu için bizden daha cesaretlilerdi. Teteye, kızanlara ve en iyi oyun arkadaşım Mehmet'e
veda etmek her ne kadar zor olsa da bunu yaptım.”

Trene bindikten sonra annemin üzüntüsü biraz da olsa geçmişti. Bundan sonrası için
yapacaklarımızı ben bilmesem de annemin plansız iş yapmayacağına güveniyordum. Birkaç
dakika sonra tüm düşünceleri bir kenara bırakmış ve uzun yolculuğumuz boyunca annemin
dizine yaslanmış ve uyumaktan başka bir şey yapmamışım.
İndiğimiz yer yemyeşil bir şehirdi. Dağların ve yeşillerin arasında büyüyen ve biraz olsa
Üsküp'e benzeyen güzel bir şehirdi. Başta yapacağımızı bilemiyorduk, nereye gidecektik?
Bir vakit sonra annem birkaç kişiye sordu "İznik'e nasıl gidebilirim?" dediği yeri
bilmiyordum ama merkezden uzaklaşacağımızı anlamıştım. Biraz üzmüştü beni çünkü ben
bu yeşil şehri sevmiştim, ayrılmak istemiyordum. Fakat yine de annemin dediklerine
uymaktan başka çarem yoktu. Bizi, benden daha iyi düşündüğünü biliyordum. Birbirine
yaslanmış tepecikler ve kayalar ile kaplanmış yolda süren uzun yolculuktan sonra denilen
şehre geldik Hayal kırıklığı değildi hissettiğim, tam tersine sevinmiştim. Burası Manastır'a
benziyordu. Ne bir köy ne de gelişmiş büyük bir şehir. Yalnızca kendi halinde sıcak bir
ortam. Annemin buraya yerleşmiş uzak akrabaları olduğunu öğrendikten sonra bir berber
dükkanının önüne geldik. Babamın amcası imiş, Hasan amca. Yaşlı ve ak sakallı bir dede idi
benim gözümde.

Annem çok beklemeden söze girdi:
"Ve aleyküm selam kızım. Hoş geldin, hayırdır neden geldin ta Üsküp'ten buralara."
"Ahmet'in başına gelenleri duymuşsundur."
"Duydum, başınız sağ olsun!" başını hafifçe eğdi. Uzun zamandır ilgilenmediği yeğenini
hatırlamak onu mahcup etse gerek.
"Oraların durumunu biliyorsundur. Ahmet de başımızdan gidince daha fazla duramadık. Biz
oğlumla ev bulmaya geldik, burada yaşacağız artık. Buraları pek bilmiyoruz, bize yardımcı
olursunuz diye size geldik. Nerede kalabiliriz biliyor musun?'
"Yaşlı bir teyzemiz vardı, geçenlerde kaybettik. Onun evi boş eğer kalmak istersen orası
uygun. Tabi kıranı düzenli verebileceksen."
"Onu düşündüm ben, bu dükkânda eğer çırağa ihtiyacın varsa ben çalışmak istiyorum."
"Kadın halinle berberde çalışamazsın ki kızım. Ama eğer istersen oğlunu çırak olarak
alabiliriz. Nedir oğlunun ismi?”
"Osman.
Annem şüpheye düştü. Beni çalıştırmak aklının ucundan dahi geçmemiş olsa gerek. Fakat tek
iş imkânı bu idi ve başka çaresi yoktu. O günden sonra benim de fikrimin sorulması ile
Hasan amcanın yanında çalışmaya başladım. Bu arada annem de evi düzenlemek için
getirdiği birkaç parça eşya ile uğraşıyordu. Yetersiz olmasına rağmen elimize para geçene
dek idare ettik.

Ve böylece hayatımız baştan sona değişti. Pişmanlık, sevinç, hüzün... Hepsi birbirine
karışmıştı. Bir ay kadar sonra tete ve ailesi de bulunduğumuz şehre gelip yakınımızda ev
tuttu. Artık çoğu MÜslüman için Makedonya yaşanmaz bir yer oluyordu, bunu görmek beni
üzmüştü. Bazı günler teselli bulmak mümkün olmuyordu. Öz yurdum, ana kucağı
memleketim bir anda aklımdan, ruhumdan silinemezdi.
ya! Bir gün yeniden dönmeyi ümit ederek İznik'te geçirdim yıllarımı. Çırak olarak başladığım
bu meslekte, patronu olduğum yeni bir dükkân açarak ilerledim. Evimizi güzelleştirdim yeni
eşyalar ve yeni anılarla. Yine eskiden olduğu gibi tete bize geldi, biz onlara gittik. Tüm
bunların yanında babamın fotoğrafını da başucumdan düşürmedim. Ülkesi için savaşan ve
bu davada vefat eden bir babaya sahip olmak çok özeldi, çok değerliydi.
Ey Makedonya! Ne zaman ansam adını, içimde yeri dolmayan bir boşluk beliriyor.
Oynadığımız oyunlar, komşularımız... Evimizi özlüyorum. Sanki geçmişimiz seneler önce
Vardar Nehri'nin sularına karışmış da hatıralar unutulmuş. Düşman sivri dişleri ile delip
geçmiş varlığımızı ve temiz toprağına kirli heykeller dikmiş. Verdiğim sözler solup gitmiş,
şimdi geriye birkaç anıdan başka bir şey kalmamış. Manastır, Kosova ve Blatsa "bizim” iken
"yabancı" olmuş. Ve en acısı da ne biliyor musun Makedonya'm, babamın mezarı onların
sınırlarında kaldı, görmem çok zor artık! Birçok göç edenin akrabalarını, anılarını, vatanını
bıraktığı gibi yarımızla sende kaldık, hep eksiğiz.

elimizden kayıp giden memleket makedonya


Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski